Rüyanın Rotası

BÖLÜM 1

 

 

Bugün, hayat yolculuğumuzda yaşadığımız olaylardan çok, geride kalan hislerden bahsedeceğiz.

Çünkü Maya Angelou’nun dediği gibi:

‘İnsanlar ne söylediğinizi unuturlar ne yaptığınızı da unuturlar.

Ama onlara nasıl hissettirdiğinizi asla unutmazlar.’

 

Ve hayatın asıl gerçeği de tam burada gizli:

Geride kalan sadece hislerdir.

Şimdi gelin, hayatın asıl yüzüne birlikte bakalım…

Bir insan hayatı boyunca binlerce şey yaşar.

Okula gider, aşık olur, hastalanır, sevinir, üzülür, kaybeder, kazanır.

Ama on yıl sonra dönüp baktığında bu olayların çoğunu hatırlamaz.

Sadece duygular kalır.

 

Bir doğumun acısı, bir vedanın hüznü, bir kahkahanın sıcaklığı.

Eylemler silinir.

İz bırakan şey duygulardır.

 

Tıpkı rüyalar gibi.

Rüyanda bir odadaydın, belki duvarlar mavi, belki pencerede perde vardı.

Ama sabah kalktığında odanın detaylarını hatırlamazsın.

Sadece nasıl hissettiğini bilirsin.

 

Hayat da böyledir.

O yüzden, hayattaki olaylar değil, olayların sende bıraktığı his önemlidir.

 

Hayat, sahip olduğun şeyler değil.

Hayat, yaşadığın olaylar da değil.

Hayat, bu olaylardan doğan duyguların bilincidir.

 

Yani:

              •            Bir evi almak değil,

              •            Evi ilk kez açtığında hissettiğin güven duygusudur önemli olan.

              •            Birini kaybetmek değil,

              •            Kaybederken hissettiğin özlem ve sevgi hissidir kalıcı olan.

              •            Bir hedefe ulaşmak değil,

              •            O hedefe yürürken hissettiğin umut ve sabırdır değerli olan.

 

Sonunda hiçbir madde kalmaz.

Sadece hisler kalır.

Ve bu hisler varlığını biriktirir.

 

 

 

Şu anda yaşadığın her şey -acı, mutluluk, yalnızlık, sevgi- birer altın tohumudur.

 

Bedenin yaşlanacak.

Olaylar unutulacak.

İsimler değişecek.

 

Ama hislerin bir gün yanına gelecek.

Tıpkı eski bir dost gibi.

Sana diyecekler ki:

 

“Sen buradaydın. Sen hissettin. Sen yaşadın.”

 

Ve işte o zaman, gerçekten var olduğunu anlayacaksın.

 

 

 

Hayatta yapman gereken tek şey var:

 

Yaşadığın her duyguyu fark etmek.

Ve o duygunun içinden kim olduğunu anlamak.

 

Bu kadar.

Başarılar, kayıplar, çevrendeki insanlar…

Hepsi bir sahne.

 

Asıl olan sahnede neler hissettiğin.

 

Ve sahneden çıktığında yanında sadece o hislerin olacak.

 

 

 

Matrix filminde unutulmaz bir sahne vardır.

 

Neo bir çocuğun elinde bir kaşık tutup onu bükmeye çalıştığını görür.

Çocuk Neo’ya şunu söyler:

 

“Kaşığı bükmeye çalışma.

Gerçek şu ki, kaşık yok.”

 

Bu sahne aslında hayatın nasıl işlediğini anlatır.

 

Hayatta yaşadığımız tüm somut olaylar —başarılar, kayıplar, evlilikler, ayrılıklar—

hepsi “kaşık” gibidir.

 

Yani onlar sadece birer geçici formdur.

Katı gibi görünürler.

Ama esas gerçeklik, bu olayların sende bıraktığı histir.

 

Tıpkı rüyalardaki gibi:

Odayı hatırlamasan bile duyguyu hatırlarsın.

 

Bu yüzden:

              •            Gerçeklik sandığımız şeyler geçicidir,

              •            Asıl gerçeklik, bizim içimizde oluşan hislerdir.

 

Kaşık yoktur.

Sadece hisler vardır.

Ve hislerin ardında duran saf bilinç vardır.

 

 

Hayatın Amacı

 

Hayatın amacı:

Yaşadığın her şeyi hissetmek.

Ve bu hislerin gelip geçici olduğunu bilerek, öz varlığını bulmaktır.

 

Örnek:

              •            Bugün üzülüyorsun.

Bunun geçici olduğunu bil.

              •            Bugün sevinç içindesin.

Bunun da geçici olduğunu bil.

 

Ve bütün bunların arkasında sessizce duran varoluşunu hisset.

 

İşte gerçek hayat budur.

 

Ve bu yolculukta, kaşık yoktur.

Ama sen varsın.

 

Çok net bir şey Var

Hayat şartları eşit değil

Herkes aynı başlangıç çizgisinden başlamaz.

Kimi doğuştan zengindir, kimi doğuştan yokluk içindedir.

 

Bu bir adaletsizlik değildir.

Bu bir sınav da değildir.

Bu, hayatın doğal akışıdır.

 

Ama asıl belirleyici olan, bu şartların içinden çıkan bilinçtir.

 

 

 

1. Zenginlik Ne Sunar?

 

Bolluk içinde doğan bir insan, hayatın başında pek çok şeye sahip olur.

İstediği şeylere kolayca ulaşır.

İhtiyaçları çoğunlukla hemen karşılanır.

 

İlk başta her şey yolundadır.

Ama zaman geçtikçe, çoğu insanın içinde bir boşluk belirmeye başlar.

 

“Her şeyim var, ama hâlâ bir şey eksik.”

 

Bu eksiklik hissi eğer insanı dış dünyada daha fazla haz aramaya iterse, yavaş yavaş tükenmeye başlar.

 

Eğer bu eksiklik hissi insanı içe döndürürse, o zaman asıl yolculuk başlar:

Kendi varlığını keşfetme yolculuğu.

 

Örneğin;

Jordan Peterson bir konuşmasında şöyle der:

“Başarıya ulaştığınızda hâlâ bir boşluk hissediyorsanız, asıl sorun sandığınızdan daha derindedir.”

 

Başarı, maddi zenginlik, toplumsal saygınlık…

Hiçbiri içsel boşluğu dolduramaz.

Çünkü insan, sadece dış dünyadan beslenerek tam olamaz.

 

 

 

2. Fakirlik Ne Öğretir?

 

Yokluk içinde büyüyen bir insan, sürekli bir şeylerin eksikliğini hissederek yaşar.

Bazen aç kalır, bazen temel ihtiyaçlarına bile ulaşamaz.

 

İlk yıllarda hayatta kalmaya çalışmak en büyük öncelik olur.

 

Ama bir gün gelir, eğer insan durup şunu sorabilirse:

 

“Benim sahip olmadıklarım, benim değerimi eksik mi yapıyor?”

 

İşte o zaman, eksikliğin içinden gerçek bir varlık duygusu doğabilir.

 

Victor Frankl, Nazi kamplarında her şeyini kaybettikten sonra şunu söyledi:

“İnsanın en son özgürlüğü, hangi koşulda olursa olsun kendi tavrını seçebilme özgürlüğüdür.”

 

Yani insan, şartlardan bağımsız bir iç alan inşa edebilir.

Ve bu alan, gerçek gücün kaynağıdır.

 

 

3. Zengin de Fakir de Neden Eksiklik Hisseder?

 

Çünkü insan, sadece mutlulukla veya sadece acıyla var olamaz.

 

İnsanın doğası, tüm duyguları yaşamak üzerine kuruludur.

İçimizde bir yazılım çalışır:

              •            Sevinç,

              •            Korku,

              •            Umut,

              •            Kaygı,

              •            Hüzün,

              •            Minnettarlık…

 

Bu duygular bir orkestra gibidir.

Hepsi birden var olduğunda insan kendini tam hisseder.

 

Örnek:

Film The Truman Show’da, Truman’ın hayatı dışarıdan bakıldığında kusursuzdur.

Ama Truman bir türlü gerçek bir tatmin hissedemez.

Çünkü yaşadığı dünyada kayıp, belirsizlik, risk yoktur.

 

İnsan gerçeğe ihtiyaç duyar.

Gerçek ise tüm duyguları içerir.

İnsan, sadece iyi hislerle yaşayamaz.

Sadece kötü hislerle de yaşayamaz.

 

Her şeyin bir dengesi vardır.

 

 

 

 

İnsanı bir terazide düşünelim:

 

Bir kefede mutluluk, güven, bolluk.

Diğer kefede hüzün, kayıp, özlem.

 

İnsan hayatı boyunca bu kefeler arasında gidip gelir.

 

Hiçbir zaman mükemmel bir dengeye ulaşamaz.

Çünkü insan doğası sabit bir hal değil, bir akış halidir.

 

Ama önemli olan, kefeler arasındaki farkı aşırı büyütmemektir.

 

Eğer bir taraf çok ağır basarsa:

              •            Sadece acı içinde kayboluruz,

              •            Ya da sahte bir mutluluğun içinde tükeniriz.

 

İnsanın görevi:

Her duyguyu tanımak, her duygunun içinden geçmek, ama hiçbirine saplanmadan yürümeye devam etmektir.

 

 

Gerçek denge:

              •            Hep mutlu olmak değildir.

              •            Hep acı çekmek de değildir.

 

Gerçek denge:

Tüm duyguları yaşayarak, onlardan geçerek ve hissettiklerinin ötesinde kendini fark ederek yaşamaktır.

 

Bazen kaybedersin, bazen kazanırsın.

Bazen ağlarsın, bazen gülersin.

 

Ama her an şunu hatırlarsın:

 

“Ben hissettiklerimden daha büyüğüm.”

 

İşte bu bilinç, gerçek dengeyi kurar.

 

Fakirlik, insanı sahip olduklarıyla tanımlamaya zorlayabilir.

Ama eğer insan şunu fark ederse:

 

“Benim eksiklerim, benim varlık değerimi eksiltmiyor.”

 

İşte o zaman, eksikliğin içinden tamlık doğar.

Dostoyevski, en büyük romanlarını sürgünde açlık ve sefalet içindeyken yazdı.

Çünkü zorluklar ona öğretti ki, insanın özü sahip olduklarında değil, içinde taşıdığı bilinctedir.

 

Gerçek güç, dış koşullardan değil, içsel duruştan gelir.

 

 

Şartlar adil olmayabilir.

Hayat herkese eşit davranmayabilir.

 

Ama bilinç, her durumda büyüyebilir.

 

Çünkü bilinç, dış dünyaya değil, iç dünyanın farkına varmaya bağlıdır.

 

Gerçek mutluluk ne sahip olduklarında ne de kaybettiklerinde gizlidir.

 

Gerçek mutluluk şuradadır:

“Ben varım. Ve varlığım, sahip olduklarımdan bağımsızdır.”

 

 

 

İnsanın hayatında en sık sorduğu sorulardan biri şudur:

“Ben bu kadar çabalıyorum, neden istediğim gibi olmuyor?”

 

Bu soru sadece kişisel hayatla ilgili değildir.

Varoluşun kendisiyle ilgilidir.

Çaba nedir?

Gerçekten işe yarıyor mu?

Yoksa her şey zaten baştan belirlenmiş mi?

 

 

Çaba, insanın varoluşla bilinçli bir ilişki kurma şeklidir.

Çünkü dünya durağan değil.

İnsan da durağan değil.

 

İnsan, sürekli değişen bir akışın içinde, kendi yönünü belirlemeye çalışır.

Çaba da işte bu “yön verme” isteğinden doğar.

 

Örnek:

Bir nehir akıyor.

Sen yüzmek istiyorsun.

Nehir seni sürükleyebilir.

Ama sen çaba gösterirsen, akıntıya kapılmadan, istediğin yönde ilerleyebilirsin.

 

Çaba, sadece sonuç almak için değil, kendi varoluşunu güçlendirmek için vardır.

 

Çoğu insan şöyle bir ikilem yaşar:

“Çabalıyorum ama olmuyor. Demek ki kaderimde yok.”

 

Bu düşünce yüzeyseldir.

Çünkü gerçek şu:

 

Çaba etmek ve sonucu almak iki ayrı şeydir.

Çaba insanın alanıdır.

Sonuç hayatın alanıdır.

 

İnsan sadece kendi alanından sorumludur.

Yani:

              •            Çaba senden sorulur.

              •            Sonuç, varoluşun genel akışından gelir.

 

Bu yüzden hiçbir çaba boşa gitmez.

Sonuç ne olursa olsun, senin bilincinde bir iz bırakır.

 

Örneğin

Bir tohum ekersin.

Büyüyüp büyümemesi hava koşullarına bağlıdır.

Ama sen ekme eylemini gerçekleştirdiğin için, artık toprakla başka bir bağ kurmuşsundur.

Bu senin içinde kalıcıdır.

 

 

Gerçek çaba:

              •            Sonuca bağlı olmadan yapılan çabadır.

              •            Kendini ispat etmek için değil, içinden geldiği için yapılan harekettir.

 

Yani:

Çaba bir “pazarlık” değildir.

“Şunu yaparsam şu olsun” demek çaba değil, beklentidir.

 

Gerçek çaba, şu düşünceden doğar:

 

“Ben varım.

Ve bu varlığın hakkını vermek istiyorum.

Sonuç ne olursa olsun.”

 

Örnek:

Film The Pursuit of Happyness’da (Umudunu Kaybetme), Chris Gardner karakteri günlerce iş arar, evsiz kalır, oğluyla sokaklarda yaşar.

Ama çabasını sonuç almak için değil, insan olarak kendi değerini korumak için sürdürür.

Ve sonunda, beklenmedik bir noktada yolu açılır.

 

Bu film çok popüler olduğu için örnek verdim, ama sahici bir örnektir.

 

 

4. Ne Zaman Bırakmalı, Ne Zaman Devam Etmeli?

 

Buradaki kural çok basittir:

              •            Eğer bir şey seni içeriden tüketiyorsa, zorla tutunuyorsan, bırak.

              •            Eğer bir şey seni içeriden güçlendiriyorsa, zorlasa bile seni diri tutuyorsa, devam et.

 

Çaba, insanı ya tüketir ya büyütür.

Tüketen çaba, yanlış yoldadır.

Büyüten çaba, doğru yoldadır.

 

Örnek:

Bir kapıyı açmaya çalışıyorsun.

Ama Kapılar kilitli.

Her gün aynı kapıyı zorlayıp bitap düşüyorsun.

Bırak o kapıyı.

Çünkü kapının amacı seni sokmak değil, başka bir yol aramaya teşvik etmekti.

 

Ama başka bir kapı var.

Zorluyorsun, zorlanıyorsun ama içeriden bir ses diyor ki:

“Devam et, bu doğru yol.”

 

İşte orada çaba kutsal bir hale gelir.

Yani bir nevi teslim oluyor akışa bırkaıyorsun

Teslimiyet demek, çabalamak değildir.

Teslimiyet, çabanın sonucunu akışa bırakmaktır.

 

Yani:

              •            Çaba senin elindedir.

              •            Sonuç hayatın elindedir.

 

Sen en iyi tohumu ekiyorsun.

Toprağın, yağmurun, güneşin işini sen yapamazsın.

Onlara teslim olursun.

 

Ama tohumu ekmek, senin kutsal sorumluluğundur.

 

Bu yüzden doğru yol şudur:

 

Çaba + Teslimiyet = Bilinçli Varoluş

 

Çaba etmek ama sonucuna yapışmamak.

Yapabileceğini yapmak ama hayata karşı savaşmamak.