Muna, kitaplığın önünde diz çöktü. Parmakları tozlu ciltlerin üzerinde gezindi.
Budizm ve Varoluş, Kuantum Fiziğine Giriş, Ulysses…
Sayfalar arasında altı çizilmiş cümleler, kenarlarına düşülmüş notlar vardı. Ama bugün, hiçbiri ona bir şey söylemiyordu. Sanki kelimeler, mürekkeple yazılmış mezarlara dönüşmüştü.
Bir an başını kaldırdı. Gözleri, en üst raftaki tozlanmış sırtlara takıldı. Oraya hiç dokunmamıştı.
Bitmemişler.
Ayağa kalktı. Parmak uçlarında yükselerek üst rafa uzandı. Tozlar havalandı, sayfaların kokusu burnuna doldu. Tam “belki burada bir şey bulabilirim” diye düşünürken, dengesi bozuldu.
Bir anlık sarsıntı. Sonra, bir çığlık.
Kitaplar, raftan bir göç dalgası gibi üzerine yağmaya başladı. Ağır ciltler omuzlarına, sırtına, dizlerine çarptı. Sert bir darbe kulak hizasında yankılandı. Kafka’nın Dönüşüm’ü fısıldadı:
“Gregor Samsa oldun işte. Böceksin… ama uçamıyorsun.”
Virginia Woolf’un Dalgalar’ı, bileğini yalayan bir su gibi aktı:
“Deniz seni boğmadan önce, kendi sesini bul.”
Muna sendeledi, sırt üstü devrildi. Toz ve mürekkep kokusu içinde nefes alıp verirken, kitapların gölgeleri üzerine düştü.
“Marx’ı görmezden geldin!” diye homurdandı Kapital. Sırtına batıyordu, sanki omurgasına paslı bir çivi saplanmış gibi.
“Sömürü yalnızca emeğini değil, varlığını da tüketir!”
Tolstoy’un Anna Karenina’sı, saçlarına dolandı. Kâğıt lifleri parmaklarına takıldı, harfler avuçlarına işledi:
“Aşk, yanlış bir trenin penceresinden bakarken hiç inemediğin bir durak mıdır?”
Muna ellerini kaldırıp yüzünü korumaya çalıştı, ama en çok sessizlik boğdu onu.
Hiç el sürmediği Botanik Ansiklopedisi açıldı. Sayfaların arasından yabani çiçekler fışkırdı. Kökleri, çıplak ayak tabanlarına saplandı.
“Bakmadığın her şey, içinde büyüyor.” diye hışırdadılar.
Muna, tam o sırada düşen bir kitabı yakaladı. Kuran. Elleri sayfalarına dokunurken, dilinin ucuna bir kelime kondu.
“Cennet.” Ama bu kelimenin anlamı belirsizdi. Yutarsa, dogma; tükürürse, inkâr.
İçinde bir çatlak oluştu. Kitapların ağırlığı bedenini ezerken, bir şey fark etti.
Parçalanıyordu. Ama her organı, bir kitaba dönüşüyordu.
Dostoyevski ciğerlerine doldu:
“Acı çekmek, var olmaktır.”
Nâzım Hikmet, nabzında atıyordu:
“Kanımızda mahkûmiyet, ellerimizde çelik bir çekiç!”
Simone de Beauvoir, diş etlerini kanatıyordu:
“Özgürlük, kanamayı kabullenmektir.”
Muna, bir inleme kopardı.
“Ben… ben kimim?”
Tam o anda, kitapların arasından sızan ince bir ışık huzmesi göğsüne vurdu. Gözlerini kırpıştırarak baktı. Parmakları, yere düşen bir kitaba uzandı.
Defter.
Boş.
Tozlu kapağı açtığında, içindeki beyaz sayfalar göz kamaştırdı. Harfler fısıldadı:
“Yaz.”
Muna, elleri titreyerek ilk cümleyi karaladı.
“Bir kitaplık enkazından doğan kadın, kanatlarının kırık olduğunu fark etti… Ama bu, uçamayacağı anlamına gelmiyordu.”
Kalemi kaldırdığında, mürekkep değil, kan damladı sayfaya. O an anladı. Kendi hikâyesini yazmak, beklediğinden daha zordu. Kitapların fısıltıları hâlâ kulaklarında çınlıyordu.
“Ne yazarsan yaz, zaten her şey daha önce yazıldı.”
Muna, bir an durdu. Bu sesi tanıyordu. Tozun içinde Borges’in Kum Kitabı ona gülümsedi: “Her kitap, diğerinin yansımasıdır.”
Boş deftere tekrar baktı. Sayfalar hâlâ tertemizdi. Ama içinde çok daha tanıdık bir ses yankılandı: “Ama hiçbir şey, senin kelimelerinle yazılmadı.”
Bunu söyleyen kimdi? Kendi sesi mi? Yoksa, yazılmamış hikâyelerin ona açtığı boşluk mu?
Titreyen parmakları kalemi kavradı. Deftere dokunduğu anda, kitapların ağırlığı azalmaya başladı. Ama bazıları hâlâ sayfalarına tutunarak direndi.
Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt’ü sayfalarını hışırdattı:
“Kendi ışığını yaratamazsan, başkasının gölgesinde kaybolursun.”
Camus’ in Yabancı’sı, onu dikkatle süzdü:
“Her kelime, absürdün içinden sessiz bir başkaldırıdır.”
Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’si, sayfalarını geriye sardı:
“Gerçekten yeni bir hikâye mi yazıyorsun, yoksa hatıralarının yankısını mı duyuyorsun?”
Muna’nın parmakları titredi. İçinde bir çatlak oluştu. Kelimeler, içinden sızan mürekkep gibiydi. Ama bu çatlak büyüyüp bir uçurum mu olacaktı, yoksa bir kanat mı açılacaktı? Tam o sırada, Bitmemişler rafından bir kitap daha düştü. Muna refleksle yakaladı. Ama bu kitap… boştu. Kitapların fısıltıları ilk kez kesildi. Artık yalnızca kendi nefesini duyuyordu.
Defterle boş kitabı yan yana koydu. Kanıyla yazdığı cümle, sayfanın karanlığında ışık gibi parlıyordu:
“Bir kitaplık enkazından doğan kadın, kanatlarının kırık olduğunu fark etti… Ama bu, uçamayacağı anlamına gelmiyordu.”
Gözleri boş kitabın ilk sayfasına kaydı. Bir an durdu. Sonra gülümsedi. Bu kez, mürekkeple yazacaktı. Çünkü bazı hikâyeler, yaralardan değil, yeniden filizlenen köklerden beslenirdi. Boş kitabın sayfaları, Muna’nın avuçlarında eridi. Mürekkep yerine, gümüş bir toz haline geldi. Havada yankılanan sessiz bir şarkı gibi dans etti. Kitapların tozları gökyüzüne savruldu. Sayfalar kök saldı. Boşluk, bir yolculuğa dönüştü. Muna başını kaldırdığında, artık kitapların enkazı değil, havada süzülen adalar vardı. Her ada, okumadığı bir kitabın ruhunu taşıyordu.
İlk adada, hiç dokunmadığı şiir kitabı, çiçeklerin köklerinden fışkıran çığlık renginde bir göle dönüştü.
İkincisinde, görmezden geldiği tarih kitabı, üzerinde kanla yazılmış gülümsemelerin sıralandığı bir duvar oldu.
Üçüncüsünde, boş kitabın kaynağı sessiz bir çocuk gibi kıvrılmış yatıyordu. Gözleri kapalıydı. Anlatılmamış bir hikâyenin içinde soluk alıyordu.
Muna, ilk adaya ayak bastı.
Çıplak ayakları çiçeklerin üzerinde gezindikçe, her adım bir anıyı emdi ve bir duyguya dönüştü. Parmağıyla bir nergise dokundu. Babasının cenazesinde tutamadığı ağlama sesi yankılandı. Bir papatyayı kokladı. İlk aşkının teninde kalan parfüm kokusu zihnine düştü. Kelimeler gerekmiyordu. Beden, artık bir tercümandı. Muna, ikinci adada duvara uzandı. Ellerini kanlı gülümsemelere bastırdı. Acı bekliyordu, ama sadece bir sıcaklık hissetti. Okumadığı kitaplar uyanmaya başladı. Marx’ın Kapital’i, bir ateş böceği sürüsüne dönüştü.
Tolstoy’un görmezden gelinen cümleleri, bir geyiğin boynuzlarından süzüldü.
“Yazmak istiyorum!” diye bağırdı. Ama sesi, bir kelebeğin kanat çırpışına dönüştü.
Üçüncü ada. Sessiz çocuk, gözlerini açtı. Muna, onun göz bebeklerinde kendi yansımasını gördü: Saçları beyazdı, dudakları mor. Ellerinden mürekkep gibi akıp giden bir nehir çağlıyordu. Çocuk, avucuna bir kuş tüyü bıraktı.
Tüy, dokunur dokunmaz fısıldadı:
“Hiçbir şey söylemediğinde, her şeyi anlatırsın.
Kelimelerin mezarlığında, sessizlik doğar.” Muna, tüyü kalbinin üzerine koydu. Bedeni, saydamlaşmaya başladı. Artık o da bu evrenin bir parçasıydı. Düşünceleri, bulutların arasına karıştı. Acıları, yağmurlara dönüştü. Sevinci, bir çocuğun ilk adımı oldu. Ama bir eksiklik vardı. Çünkü yazılmamış olan, hâlâ bilinmezdi. O an, uçan adalar geri döndü. Ama bu kez, taştan değil, parşömenden oluşuyorlardı. Muna, avucundaki kuş tüyüne baktı. O çiçeğin yapraklarında, henüz yazılmamış bir hikâye titreşiyordu. İlk kelimesini düşündü. Ama onu yazmadı. Çünkü bazen, ilk kelime bir nefes kadar hafif olmalıdır.
Muna, avucundaki tohumu göğsüne bastırdı. Tohum, derisinin altına nüfuz etti. Kökler kalbinin etrafına sarıldı. Her atışta, damarlarından ışık sızdı. Bedeninin hatları silinmeye, bir haritaya dönüşmeye başladı. Damarları nehirlere, kemikleri dağ sıralarına, saçları yıldız tozuna… Artık o, yazılmamış bir evrenin merkeziydi. Tohum büyüdükçe, Muna’nın göğsünden ışıktan yapraklar fışkırdı. Her yaprak, bir hikâyeye dönüştü.
Çocukken sakladığı bir taşın içinde titreşen gölge. İlk aşkının soluk alışverişini kaydeden bir nefes. Hiç yazamadığı şiirin sessiz çığlığı.
Yapraklar, dokunduğu her şeye renk ve koku yaydı. Kitapların enkazı, köklerden beslenerek bir ormana dönüştü. Her ağaç, Muna’nın okuduğu ya da okumadığı kitapların ruhunu taşıyordu. Ansızın, iki varlık gölgelerin arasından belirdi.
“Hiçlik,” bir baykuş formunda dallara kondu.
“Seni yutacaktım,” dedi, “ama sen beni besledin.”
“Her Şey,” bir nehir olup ayaklarına aktı.
“Seni boğacaktım,” diye mırıldandı, “ama sen beni içtin.”
Muna, ikisine de baktı ve tek kelime etmedi. Çünkü cevap, bir meşe ağacının gövdesinde büyüyen yosunlardı. Tohum, nihayet bir ağaca dönüştü. Muna, dalların arasına tırmandı. En tepeye ulaştığında, kendini bir kuş olarak buldu. Kanatları, mürekkep değil, ışık ve rüzgârdan örülmüştü. Kanatlarını açtı ve uçtu. Her çırpınışında, arkasında yeni bir renk bıraktı. Mavi, kelimelerin yitirdiği hüzündü. Altın, sessizliğin kazandığı bilgelik. Mor, henüz yazılmamış olanın taşıdığı umut.
Muna, gökyüzünde bir iz bırakarak sonsuzluğa karıştı. Arkasında kalan renkler, yeni bir galaksiyi oluşturdu. Bu galaksinin adı “Lisan-ı Sükût” oldu.
Aşağıda, kitaplığın enkazından geriye kalan tek şey, boş kitabın ilk sayfasıydı.
Üzerinde yalnızca bir cümle yazıyordu:
“Ben, henüz yazılmamış olanın şarkısıyım.”